24 Mart 2025

İnsanı keşfin hayvani acısı ve Zoro

Zoro ve onun gibiler büyük bir saflıkla insanoğlunu “iyi bilerek” gittiler bu dünyadan!

Tarih boyunca hemen hemen bütün ideolojiler (ister baş harfi küçük yazılsın ister büyük) insanı evrenin doğal ve imtiyazlı mirasçısı olarak gördüler.

Yani, evren, varlığını insanın varlığına armağan ettiğimiz bir “kozmik-oluş” idi. Evren varsa, onu içeriklendiren ve anlamlandıran insanlık için vardı. Bu nedenle insan, bazen “ilerlemenin motoru”, bazen de “tarihin öznesi” olarak görüldü. İnançlar dünyası da insanı canlılar arası ilişkiler piramidin tepesinde gören bu imtiyazlı bakış açısını kutsuyordu. Dinler için de insan “eşref-i mahlukât” idi.

Peki acaba “tarihin şerefli öznesi”nin bu “ayrıcalıklı” rolü konusunda yanılıyor olamaz mıydık?

Benim bu ve benzeri soruları keşfedip anlamlı bulmam ilk kez Nobel ödüllü Fransız biyolog Jacques Monod sayesinde oldu.

“Chance and Necessity” isimli eserin (1983) de yazarı olan Monod’ya göre, bilimsel ilerlemecilik insana evrenin merkezi rolünü atfetmiş olabilirdi, ama bu ayrıcalıklı rol bir yanılsamadan ibaretti. Fransız biyolog, insanın yeryüzündeki belirişinin ardında herhangi bir tarihsel yasa veya kozmik bir düzen olmayabileceğini savunuyordu.

Evrim kuramcılarının ve mekanik maddecilerin tersine Monod, insanın yeryüzündeki belirişinde temel rolü sonsuz ihtimaller denizindeki rastlantıların oynamış olabileceğini düşünüyordu.

Yani insanoğlu, bir biyolojik rastlantının sonucunda ortaya çıkmış olabilirdi.

Zihnimi bu ve benzeri sorulara daha fazla açan isim Fransız filozof Roger Pol Droit oldu. O, bir biyolojik rastlantının ya da bir kazanın sonucunda meydana gelmiş olabileceğimizi düşünüyordu. Droit’ya göre (2002), insan dünya üzerinde nasıl belirdiyse, bir gün, benzer şekilde ve ebediyen yok olabilir, yokluğa gömülebilirdi.

Neticede insan 4,5 milyar yıllık bir dünyevi varoluşun sadece son 45 bin yılında varlık göstermiş bir canlı türüydü. Ve bu haliyle bugün yok olup gitse, yeryüzünün yaşam ömrünün sadece 10 milyonda birinde var olmuş bir canlı türü olarak küçük bir iz bırakmış olacaktı.  (Tabii o, sanki ardında kendisini hatırlayacak bir canlı dahi bırakmamak üzere buradaki varoluşunu tamamlamak ister göründüğünden, kendisi ve “izi” bir süre daha civarda olacak gibi.)

İnsanın ebediyen yok olup gitme ihtimaline bakarken bugüne dek bu dünyadaki varlığıyla ne yaptığı ve nasıl yaptığını anlamak gerekiyor.

İnsan –aslında paradoksal bir biçimde- kendisine kutsiyet atfeden bütün ideolojiler adına, yeryüzündeki türdeşlerine zorbalık, savaş, katliam, açlık, zulüm ve esaret getirdi. İnsanın diğer canlılar üzerinde yol açtığı sonuçlar ise daha vahim oldu. Özetle, o yeryüzünde var olan canlı türlerinin %99,9’unun doğrudan ya da dolaylı olarak ortadan kalkmasına sebep oldu. İnsan bir anlamda diğer canlılar için tam bir baş belası oldu.

O dünyayı hızla büyük bir ekolojik felakete ve topyekûn bir yok oluşa doğru sürükler bir izlenim verirken ne kendisi ne de gelecek kuşaklar için yaşanabilir bir gelecek perspektifi üretmeye de niyetli görünüyor. Bir anlamda, anlamlı bir geleceğe doğru evrildiğimize yönelik işaretler vermiyor. Belki bu yüzden insanla birlikte her şeyin iyiye, doğruya ve güzele doğru yol aldığına dair eski iyimser bakışı terk edenler çoğalıyor.

İnsan dokunduğu bütün mükemmellikleri, doymak bilmez hırsı, yatışmayan öfkesi ya da kendisi dışındakileri ötekileştirdiği “biz tarikatı” müritliğiyle, çölden ve kan gölünden ibaret bir cehenneme çeviriyor.

Onun dokunmadığı, dokunamadığı yerleri gördüğümüzde kendimizi şanslı hissediyoruz. Örneğin bir haziran sabahında Yenice Ormanları’ndaki Eğriova göleti kıyısında doğan güne uyanan biri bilecektir... Ya da İstanbul’un Kuzey Ormanları’ndaki en yüksek noktalardan biri olan Kuşkaya Tepesi’nde günbatımını izleyen biri... Oraların mükemmelliğinin ardında insan elinin değmemişliği yatmaktadır.

Böyle bakınca, “dünyevi mükemmelliklerin” insanlığın emrine amade ve varlığına “armağan” olmadığı bir evren çok çok daha güzel olabilirdi, diye düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz.

Bu yüzden eğer insanoğlu, “istenmeyen gebelik” benzeri bir kaza sonucu gelmiş olabileceği ama cehenneme çevirmekten de geri durmadığı şu dünyadan bir gün geride kalan hiçbir varlık tarafından bir daha anımsanmamak üzere çekip giderse, bu, dünyanın değil, dünyanın sonunu hazırlayan türün sonu anlamına gelecek sanırım!

Bunu Türkiye’nin farklı yerlerinde giderek artan şekilde katledilmiş köpek ölülerine denk gelmeye başladığımız son yıllarda daha iyi idrak etmek mümkün! İstanbul Sancaktepe’de bulunan Mustafa Karaşahin İlkokulu önündeki çöp konteynerinde geçenlerde katledilmiş olarak cesetleri bulunan dört ayaklı dostlarımızın korkunç fotoğraflarını gördüğümde en ufak bir şüphem de kalmadı bundan artık.

İnsanın zulmünden nasibini almış tüm canlılar, o bu dünyadan bir gün bir daha hiçbir varlık tarafından anımsanmamak üzere çekip gittiğinde belki o zaman ümit edebilecekler!

Tüm canlılara eşit mesafede durabilecek, türcülükten uzak bir “yeni insan” anlayışı, mevcuttan köklü bir kopuş anlamına gelecek bir “insanlık devrimi” mümkün olur mu o tarihe kadar, pek bir umudum yok açıkçası.

Sorun şurada ki, tek tek insanlar galiba eski insanı bütünüyle tüketmeden “yeni” bir zihniyet tasavvuruna şans tanımayacaklar galiba.

Onlar bu şansı tanımadığı ve o tasarımı temel alan geleceği kendi elleriyle inşa etmeye soyunmadıkları müddetçe de gerçek mükemmellik, insanın henüz “keşfetmediği” diyarlar varsa, sadece orada gizli ve var kalmayı sürdürecek!

Mükemmellikten epeyce uzak dünyamızda “yeni insan” yolunda uzun boylu kürek çekecek takat veya motivasyon bulamayanlara şu aşamada düşen ise, en azından bir hayvanı esaretinden, zulmünden ya da cehenneminden kurtarmak olabilir. Bunların hiçbirini yapamıyor isek belki de bir hayvanı “sahiplenmek” de minik bir çaba anlamına gelebilir.

Biraz da belki bu düşünceyle komşum Selim Bey tarafından sahiplenilmiş dünya güzeli canlardan biri olan Zoro’yu kaybettik geçenlerde!

O ince, uzun, ipeksi tüyleri, siyah beyaz vücut desenleri, her şeyi kolayca öğrenen kıvrak zekâsı, bitmek bilmeyen enerjisiyle bahçelerde, sokak aralarında, hatta Kuzey Ormanları’nda fırsat buldukça sürekli koşturan, arada sırf âdet yerini bulsun diye galiba, lüzumsuzca kedi kovalamaktan da vazgeçmeyen atletik bir neşe kaynağı idi Zoro.

Selim Bey bu uysal ve barışçıl canı tasmayla gezdirmekten pek hoşlanmaz, kritik (!) ev veya bahçelerin ya da kişilerin önünden benim ilk gördüğümde şaşkınlık içinde kaldığım bir “sanal tasma” uygulamasıyla (!) geçirirdi. Selim Bey’in elinde Zoro’ya bağlı tasmanın ucunu tutuyormuş gibi yapmaya başlayıp verdiği bir komut akabinde hayvan koşturmayı bırakır, sanki kendisine bir anda kısa tasma takılmış gibi “sahibiyle” arasındaki mesafeyi kısaltır ve enerjisini rölantiye alarak hep ona bakarak sakin ağır adımlarla, uslu uslu yürüme moduna geçerdi!

Son zamanlarda artık epey yaş almıştı ve eskisi gibi koşturamıyordu. Geçen sabah bu akıllı ve tatlı canımız Zoro’nun bir süre önce melek olduğunu öğrendim Selim Bey’den. Tıpkı bizim sokaklardaki diğer canlar, Sarıkız, Paşa, Marko, Riko, Karam gibi…

O anda, Hektor ile çocukluk arkadaşı iken çekiştirmece oynamaları, bahçelerden ormana firar edip birlikte delicesine koşturmaları, dünyayı bir anda güzelleştiren o terbiye olmaz muazzam enerjileri, yaptıkları minik yaramazlıkları geldi gözümün önüne ve dünya bu sefer bir anda buğulanıverdi.

Sokaklardan kalplerini onlara açan biz insanların dünyasını güzelleştirmeye gelmiş bu canlar şanslı olanlardı elbet. Yavru halde poşete konup ağzı bağlanıp çöpe atılanlar ya da zehirlenip, katledilenler veya bir iple bir arabanın kamyonetin arkasına bağlanıp yollarda sürükletilenler gibi bahtsız değillerdi.

Zoro ve onun gibiler büyük bir saflıkla insanoğlunu “iyi bilerek” gittiler bu dünyadan!

Cennet onlarla yeniden buluşabileceğimiz bir yerse denildiği gibi ve zulmetmeyeceksek hiçbir canlıya her şey orada çok daha güzel olabilir, hakikaten!  Yok değilse, dünya üzerinde geçmişte nasıl belirdiysek insanlar olarak tarihin bir anında, bir gün benzer şekilde ve zulmümüzü de alarak ebediyen yok olup yokluğa gömülmemizle bu dünyayı yeniden cennete çevirmemiz dışında bir şans yok sanki!

Yazarın Diğer Yazıları

‘Muzaffer’ Suriye tam teslim

Esad yönetimlerinden farklı olarak, bırakın Lübnan ve Filistin’i, Suriye’yi bile savunmaya yeltenmeyen Şara yönetimi, Golan Tepeleri’nden bile “İsrail toprağı” olarak söz ediyor

Dünya ses vermiyor, ışık olmuyor!

Gazze’deki resmi kayıtların, İsrail soykırımı altında 52 bin 665 çocuğun ölmüş olabileceğini gösterdiği ortaya çıktı. Eski İsrail başbakanları peşi sıra çıkıp İsrail ordusunun savaş suçu işlediğini söylerken, uluslararası toplumdan ne bir ses var ne bir ışık!

Odessa’yı yakan hesaplar

Savaşta adı çok anılmıyormuş gibi dursa da özellikle İngilizler ve Avrupalıların, ‘gerekirse Kiev’i verelim ama onu asla’ diye düşündüğü Odessa meselesi son günlerde kelimenin tam anlamıyla “alevlenmiş” görünüyor

"
"