02 Haziran 2025

Ortadoğu politikaları üzerine jeopolitik akıl yürütmek

İsrail İran’ı Suriye’den attı, El Şara Esat’ı devirdi, Trump başkan seçildi, Erdoğan’a da “hamdolsun” demek kaldı. Mısır, Yunanistan, Suudi Arabistan, BAE ile arayı düzeltmek, “burun sürtülmesi”, “avuç açmak” olarak değil, “rasyonaliteye dönüş” olarak pazarlandı. En güçlü cumhurbaşkanlığı adayı İmamoğlu tüm beyin takımıyla zindana tıkılırken, PKK’nın ve Öcalan’ın payına da “açılım” düştü

1. Perakendeci pazarlıkçı yürütülen ve “bir numaralar” arasına sıkışan diplomasi:

Ekonomide olduğu gibi dış politikada da rasyonaliteye zoraki dönüldüğü izlenimi bir süredir egemen. Ancak, “İyi, güzel de… Paşam buraya varıncaya dek biz bu yanlışları neden yaptık?” diye soran, sorgulayan yok.

Zira, o tür sorma ve sorgulamaya, başka deyişle denge ve denetime, hesap vermeye ancak gerçek demokrasilerde rastlanıyor. Erdoğan Türkiye’sinde demokrasinin kalmadığı konusunda ise herkes hemfikir.

Esen havaya göre fırıl fırıl dönen rüzgâr gülü gibi politika izlemenin, ilkesizliğin adı “realpolitik” oldu. Oportünizmin, fırsatçılığın adıysa ritmik diplomasi. Köşe başındaki fırsatçı kafasıyla gemisini yürütmek kâh “cihan pehlivanlığı”, kâh “ümmetin liderliği” diye pazarlanıyor.

Ancak, teslim etmek gerekirse “perakendeci pazarlıkçılık” artık küresel olarak da baskın diplomasi yaklaşımı oldu. Örneğin, Trump üç gün Körfez turu atıp dönerken 5 trilyon dolar tutarında yatırım mı açıkladı; Macron da Vietnam’da daha uçaktan iner inmez 9 milyar dolarlık iş bağladığını duyurmakta gecikmiyor.

Doğası gereği perde gerisinden, sessiz ve derinden yürütülmesi gereken, “zamana zaman tanınması” esas olan, öyle yapıldığında sonuç alınan diplomasi çağımızda artık bir numaraların gerçek zamanlı şovlarına dönüştü.

Çok da eski olmayan bir geçmişte büyük devletler iş dünyasının yolunu güvenilir ve saygın politikalarıyla açardı, şimdi büyük devletlerin liderleri iş dünyasının peşinden koşup, pazarlama müdürleri gibi davranır oldu.

2. Suriye’deki gelişmeler ve PKK açılımı:

Bu defa Suriye geçiş dönemi devlet başkanı El Şara’nın geçen cumartesi günü önceden duyurulmadan Ankara’da belirivermesini de vesile ederek, Ortadoğu politikalarında, güncel PKK açılımı da dahil olmak üzere, jeopolitik bir aklın izlerini aramaya çalışacağız. Ankara’nın Suudi Arabistan ve ABD ile yeni bir stratejik hizalanmaya girmek zorunda kalışının gerekçelerini de araştıracağız.  

PKK açılımında ilk temasların sanılanın aksine yakın zamanda değil 2023 yaz aylarında başladığı medyaya sızdırıldı. İsrail’in 7 Ekim 2023 saldırısına verdiği orantısız (bugün toptan yıkım ve soykırıma dönüşen) askeri yanıtın bir uzantısı da İran’ın askeri varlığını ve İran destekli Şii Lübnan milis gücü Hizbullah’ı Suriye’den atması ve bunların lojistik hatlarını da kesmesiydi.  

PKK ile ilk temaslara ilişkin sızıntıların gerçeği yansıtmadığını varsaysak bile Bahçeli, Öcalan’ı 2024 Ekim ayında mecliste konuşmaya davet etmişti. El Şara (o zamanki savaşçı lakabıyla “El Colani”) ise yine 2024’ün Kasım sonu-Aralık başında İdlip’ten çıkıp 12 günde Şam’a ulaşarak, Beşar Esad’ı devirmiş ve yarım yüzyıllık Baas diktatörlüğüne son vermişti.

Öte yandan, El Şara daha 2023 yılındaki bir konuşmasında “uzun süredir askeri hazırlıklarını sürdürdüklerini ve yakında Halep’i kurtaracaklarını” belirtiyordu. Söz konusu hazırlıkların beş yıldır devam ettiği ve Şam tarafından da bilindiği daha sonra yine El Şara tarafından açıklandı.

Türkiye, İdlip cebini Rusya ile varılan bir uzlaşı çerçevesinde TSK eliyle koruyor, bugün en başıbozuk cihatçılardan oluştuğu iyice anlaşılan SMO eliyle de SDG’yi alanda dengeliyordu. Buna karşılık, ne El Şara ne onun doğrudan/dolaylı destekçileri ve koruyucuları Türkiye ve Suudi Arabistan, HTŞ’nin Halep’te durmayıp böylesine bir yıldırım harekâtıyla Şam’a varabileceğini ummuyordu.

3. Suriye’deki gelişmelerin iç politikaya etki etmesi değil, aksi geçerli:

Böylece, Suriye’de beklenmedik gelişmelerin, ya sanıldığı kadar beklenmedik değil, planlama ve uygulama aşamasında da hem başka bazı devletlerin hem Türkiye’nin desteğini haiz olduğu anlaşılıyor, ya da “beklenmedik” de olsalar bu gelişmelerin daha sonra içerideki PKK açılımı gibi hamleleri tetikleyen başat etmen olmadığı ortaya çıkıyor.

Diğer taraftan, önce İsrail’in Hamas’a ve giderek Suriye ile Lübnan’a da yayılan orantısız askeri yanıtının ve HTŞ’nin Şam’a süratle ulaşmasıyla kurulan yeni sahnenin, Türkiye’ye yönelik yeni bir varoluşsal tehdit yarattığı anlatısı da geçersiz kalıyor.

On milyon nüfuslu İsrail’in koskoca Suriye’yi aşıp Türkiye’ye saldırması veya kendi denetimine alacağı YPG’yi Türkiye’ye karşı kullanacağı öylesine gerçekdışı ve akla aykırı ki, bunları sözde “iç cepheyi tahkim” gerekçesi diye zamanında ileri süren AKP ve MHP çevreleri bile çarçabuk dolaşımdan kaldırdı.

Bir başka uçuk varsayım olarak kimilerince YPG’nin, Hamas’ın Gazze’den İsrail’e 7 Ekim 2023’te düzenlediğine benzer, yahut ondan esinli bir saldırıyı Suriye topraklarından Türkiye’ye yapacağı da öne sürüldü. Nitekim, bu seçeneğin ne örgüt için mantıklı gerekçesi var ne topografya, demografi ve siyasal/toplumsal bağlam bu olasılığa geçerlilik tanıyor.

PKK’nın Suriye’deki yerel uzantısı üzerinden Fırat’ın doğusunda sınır boyunca uzanan ve bazılarının “Türkiye yarıları” da bulunan yerleşim birimlerinde yuvalanmasının, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve ulusal birliğine bir tehdit oluşturduğu ise yol tutmayan başka bir varsayım.

Kaldı ki, Erdoğan-Bahçeli tarafından başlatılan ve işi ulusal kimliği yeniden tanımlamaya, Lozan’ı paranteze almaya dek vardıran güncel “açılımın” herhalde tarihsel ve organik anlamıyla ulusal birliğimizi öncelediği de iddia edilemez.

Esasen SDG’nin yarı bileşen kuvvetinin YPG/YPJ yahut Kürtlerden, kalan yarısının ise yerel Arap aşiretlerden oluştuğu da akılda tutulmalı. Geriye tek seçenek olarak, beklenmedik veya planlı olduğunu kestirmek olanağımız bulunmayan, hatta kestirebilsek dahi bundan böyle ne yöne evrileceğini öngörmemiz ya zor ya olanaksız gözüken Suriye’deki gelişmelerin, YPG’yi, Öcalan araçsallaştırılarak bir bakıma “sahiplenmek” fırsatı yarattığı ve bu fırsatın zamanlıca değerlendirilmek istendiği savı kalıyor.

4. PKK açılımında içeride ve dışarıda zoraki ayrılan yollar:

Yegâne tutarlı seçenek olan bu sonuncusu kamuoyuna hep anlatılagelen “asıl tehdidin Suriye’den geldiği ve bunun bertaraf edildiği” iddiasıyla çelişiyor. Alelusul Erdoğan başkanlığındaki dış politikada eylem-söylem makası yine alabildiğine açık duruyor.

Öte yandan, Erdoğan’ın kendini yeniden seçime sokmak için “anayasa yazımı”, Bahçeli’nin ise sözde yüzyıllık sorunu çözmek için önerdiği “Meclis komisyonu” öncelikleri de -eski hariciye diliyle- bir “takdim-tehir” çelişkisine veya belki iktidar koalisyonu içinde bir çatlağa işaret ediyor.

PKK’nın Rojava ile Kandil yapılanmalarının politika öncelikleri arasında da zoraki aykırılıklar ortaya çıkıyor. Nitekim, silâh bırakma ve kendini fesih kararlarının Suriye’yi kapsamadığı SDG ve PYD yöneticilerince defalarca belirtildi.

AKP-MHP koalisyonu Suriye'de ademimerkeziyetçiliğe “karşıymış gibi” ses çıkaran bir politika benimserken, aynı zamanda içeride benzer yönelimli anayasa tartışması açabiliyor. Oysa, Suriye'nin kendi kararı olacak gelecekteki idari yapısı Türkiye’ye bir tehdit oluşturamayacağı gibi, dış politikasının ilgi alanında bile olması esasen gereksiz. Bu da bir diğer tutarsızlık.

SDG’nin bir milis gücü olarak kurulacak olan Suriye ordusuna nasıl eklemleneceği bir başka mesele. Ulus kimliği oturmamış Suriye’de merkezi bir ordunun nasıl kurulacağı başlı başına bir sınama ve buna ilişkin süreç henüz çok erken bir aşamasında.    

SDG’nin ABD tarafından kurulmasının temel gerekçesi olarak gösterilen IŞİD’le savaşta, artık IŞİD ortada kalmadığı için, geriye IŞİD esirlerinin tutulduğu devasa Al Hol Kampı’nın denetiminin SDG’den Suriye ordusuna aktarılması kalıyor. Bu alanda iki taraf kendi aralarında ahiren uzlaştı. Uygulama izlenecek.  

Trump’ın Suriye’de bir tutam da olsa ABD askeri bırakmaya hiç gönüllü olmadığı sır değil. Ancak, bunun ve Suriye’de yaptırımların kalkmasının, Türkiye-ABD-Suudi Arabistan arasında varılan uzlaşının, Erdoğan tarafından PKK açılımının çöpe atılmasını tetikleyeceği varsayımı da geçersiz.

Zira, yukarıda açıklamaya çabaladığım üzere Erdoğan’ın derdi içeride sadece kendi iktidarının devamı, dışarıdaki ulusal güvenlik sınamalarına yeni ve özgün çözümler üretmek değil.

Belki bütün bu karmaşayı Kandil’den izleyen kimi örgüt liderleri silâh bırakmada ipe un serebileceklerinin ipuçlarını veren son açıklamalarını aynı gerekçelerle yapıyordur. Ankara ise yaz aylarında MİT denetiminde silâh bırakmanın Irak’ta tamamlanacağını yineliyor.

Suriyeli olmayan YPG üyelerinin bu ülkeden ayrılmaya zorlanması da El Şara kendi yabancı (Özbek, Uygur, Çeçen vb.) savaşçılarına üst düzey makamlar dağıtır, onlara vatandaş olma yolu açarken, hiç olası gözükmüyor. Bu arada, El Şara’nın güneydeki Dürzilere de güvenlikte yerel özerklik tanıdığı unutulmamalı.

5. Al takke, ver külâh: Türkiye, ABD ve SA kol kola hangi ortak jeopolitik menzile?

Suriye’de yeni devlet henüz ruşeym aşamasında. Bu “olmayan” devletle bir savunma anlaşması yapmak ne sonuç verecek, laik Türkiye’nin silahlı kuvvetleri bu selefi cihatçılardan devşirme yeni subay kadrosuyla nasıl iletişim kurup, iş birliği geliştirecek? Anlaşılan o ki, herhalde bu “süreç” de “kervan yolda düzülür” mantığıyla ilerleyecek.

SDG komutanı Mazlum Abdi’nin de Türkiye’ye gelip-gitmeye başladığını belirtenler var. Bizim bildiğimiz, Abdi’nin Erbil’e gidip Fransa dışişleri bakanıyla temas ettiği ve ABD Dışişleri Bakanı Rubio’nun da Kürtleri ABD’nin bölge politikalarının ekseni (“linchpin”) olarak gördüğünü açıkladığı.

Öte yandan, İsrail’le Azerbaycan ev sahipliğinde teknik/askeri müzakerelere girildi. Suriye’de bir çatışma olasılığı bertaraf edildi. Üsler kurup, bunları hava savunma sistemleriyle donatmak, Suriye hava sahasını İsrail hava kuvvetlerine yasaklamak gibi erken efelenmelerden ise vazgeçildi.

Görüldüğü kadarıyla, “Palmira hattı” üzerinde, kuzey-güney etki alanı ayrışması konusunda el sıkışıldı. Zaten, El Şara’nın kendi de Trump ve Muhammed Bin Salman’la Riyad’da bir araya geldikten sonra İsrail’le doğrudan görüşmeye başladı.

ABD’nin yeni Ankara Büyükelçisi Tom Barrack aynı zamanda ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi atandı. Trump’ın, birbirleriyle kadim hınçları olan, birbirleriyle görülecek hesapları hep taze kalan toplumlar ve devletlerle bezeli Ortadoğu’da, artık yeni bir sayfa açılması, çatışmaların değil iş ve yatırım ortamının egemen kılınması taraftarı olduğu anlaşılıyor.

Bu yaklaşıma Ankara cenahından bakışla, kaşları kaldıracak taraf belki yok. Ama neredeyse çeyrek yüzyıldır megafonlardan kulaklarımıza bağırılan o İslamcı masallar, o neo-osmanlıcı hayaller, o savaşkan ve döğüşken kol bükmeci hamasi söylemler ne çabuk rafa kalktı, buna en azından hayret etmek de hakkımız olmalı.  

Suudi veliaht prens Muhammed bin Salman’ın finansman sağlayacağı, ABD Başkanı Trump’ın TSK tarafından yeni bir askerî harekât yapılmaması koşuluyla kutsayacağı, Erdoğan Türkiye’sinin hamallığını üstleneceği bir Suriye taslağı ortaya çıktı. Bu taslağın resme dönüşmesini mümkün kılabilmek ve tasarlanan bu resmin Türk kamuoyu tarafından gözler kısılarak da bakılsa okunamaması için ite kaka yürütülen, derme çatma bir PKK açılımının devreye sokulması da dışarıdan bakışla işin yerel ayrıntısı.

6. Özet: Tek jeopolitik (!) hedef var, o da Trump’la Beyaz Ev’de resim vermek:

Daha dünkü o diklenmeden dik durmalar, bir gece ansızın gelmeler, atarlar giderler çoktan tarih oldu, yitip gitti. Kasanın boşalması zorunluluğuyla veya hangi nedenle olursa olsun, iyi de oldu.  

İsrail İran’ı Suriye’den attı, El Şara Esat’ı devirdi, Trump başkan seçildi, Erdoğan’a da “hamdolsun” demek kaldı.

Mısır, Yunanistan, Suudi Arabistan, BAE ile arayı düzeltmek, “burun sürtülmesi”, “avuç açmak” olarak değil, “rasyonaliteye dönüş” olarak pazarlandı.

En güçlü cumhurbaşkanlığı adayı İmamoğlu tüm beyin takımıyla zindana tıkılırken, PKK’nın ve Öcalan’ın payına da “açılım” düştü.  

Bütün yatırım Trump’a yapılırken, o yatırım bile Trump’la Beyaz Ev’de bir resim verip, onun övgülerine mazhar olmaya odaklandı.

Bu dış politikayı öyle “hikmet-i hükümet” yerine, yanlış çeviriyle “devlet aklı” denilen ve çoktan demode olmuş köhne kavramla açıklamaya, anlamlandırmaya kalkışmak abesle iştigal.

Bu dış politikada, öyle farklı noktaları birbirlerine bağlayan ve geri çekilip bakıldığında tutarlı bir bütün görmemizi sağlayan bir “kılavuz hat” (“guideline”) aramak da beyhude bir uğraş.

Bu dış politika ancak  “elle gelen düğün bayram”, “Ali’nin külahı Veli’ye, Veli’ninki Ali’ye”, “kısa günün kârı”, “yağma Hasan’ın böreği” ve bunlar gibi pek veciz (!) deyişlerimizle izah edilebilir.

“Biz kimiz?” sorusunu önce kendimize sormakla işe başlayıp, bu soruya vereceğimiz ikna edici bir yanıtı önce müttefiklerimizden başlayarak, sonra onların ötesinde bölgemiz ve dünyayla paylaşamaz, bu yanıtı köklü hariciye geleneğimize yakışır ciddiyette, dış politika tutum ve davranışlarımızla gösteremezsek, işte o “kılavuz hat” olmadan böyle avare döner dururuz.

Namık Tan kimdir?

Namık Tan, eski Washington Büyükelçisi ve Dışişleri Sözcüsü, 28. Dönem CHP İstanbul Milletvekili'dir.

Yazarın Diğer Yazıları

İsrail - İran: Bazı dersler ve düşünceler

Netanyahu açısından ABD’nin İran’la varabileceği bir uzlaşı yeterli olmayacak, İran’ın sivil nükleer programından da vazgeçmesi ve tesislerini tümüyle UAEA denetimine açması gerekecekti. Önleyici saldırının uluslararası hukuk açısından öz savunma (!) anlaşılabilmesi için ancak Batı nezdinde İsrail kadar yaygın ve etkin politik, diplomatik, akademik ve medyatik güce sahip olmak gerek

İran’ın bölgesel hegemonya iddiasının sonu

Her hal ve kârda İran rejiminin bölgesel hegemonya iddiasının sonu geldi. Bundan böyle rejimin kendi egemenliği ve akıbeti tartışmalı. “Yükselen Aslan” adının avını parçalamadan yerine oturmayacak aslandan söz eden ayete mi atıfta bulunduğunu yoksa şah dönemi İran bayrağındaki aslan simgesini mi işaret ettiğini kestiremiyoruz. Belki her ikisi bir aradadır. Ancak bunun olması için ABD’nin de amiyane tabirle “topa girmesi” gerekecektir

Türkiye’nin kimliği, Ankara’nın dış politikası

“Sandık önümüze, adayımız yanımıza” geldikten sonra kurulacak ilk sandıkta siyasetten emekli edilecek Erdoğan’dan sonra temel dış politika tutumu nasıl olmalı?

"
"