01 Nisan 2025

Eski Türkiye-Yeni Türkiye: Bir insan hakları Meksika dizisi

Kadın cinayetlerini mi protesto edeceksiniz, cinsel yöneliminizi mi savunacaksınız, muhalefet siyasetçisinin sudan sebeplerle hapsedilmesine mi karşı çıkacaksınız, dayak yersiniz, tutuklanırsınız. Hukuka mı güvendiniz, sizi serbest bırakan hâkimleri görevden alırlar...

Memleket polisi yine gençlerle haşır neşir. Tokat, yumruk olsun, uçan tekme olsun, işte o an elinde ne varsa coptu, kasktı girişiyor gençlere. Biber gazı ve katkılı TOMA suyu da eksik olmuyor tabii. Bu yetmiyor, anayasada yazan haklarını kullanan gençler, ters kelepçe, Vatan Emniyet, Esenler Atışalanı Nezarethane, gözaltı gibi mekân ve kavramlarla tanışıyor. İşin ilginç yanı bu durum Meksika dizisi gibi, dönüp dolaşıp tekrarlanıyor. Anlı şanlı abiler, ablalar “Yeni Türkiye” güzellemesi yapıyor ve fakat “Eski Türkiye”nin bu “güzide ananesi” sanki bir milli değer gibi muhafaza ediliyor, geliştiriliyor, uygulama rafine bir şekilde sürüyor. Batı taraflarında dozu azalıp, araya zaman girdiğinde Doğu’da pratik hız kesmeden sürüyor.

Bu ülkede solcu, ilerici olmak, kadın olmak, eşcinsel olmak, Kürt olmak, sorunlu durumlardan. Böyle olup bir de hak aramaya, protesto için sokağa çıkmaya, hele hele itiraz etmeye kalkarsanız, dayağı yersiniz kardeşim duygusu, içselleştirilsin, genlere işlesin isteniyor. Gözdağı ne kadar büyük olursa böyle hınzır düşünceler akla gelmez sanılıyor. Gelirse de Hortum Süleyman gibi kahramanlar çıkar, insanları iz bırakmadan dövme konusunda yeni yöntemler geliştirilir, gereğinde çıplak aramaydı, falakaydı, Filistin askısıydı, aşama aşama doz arttırılır. Haaa tabii cumhurbaşkanı oğlu falansanız Anayasa’nın 34. maddesi sizin için tabii ki geçerlidir: “Herkes önceden izin almadan silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” ve misal Galata Köprüsü’nde güzel İstanbul’u seyrederek, şair Nadim’i yâd ederek “Bir safa bahşedelim gel şu dili naşada/Gidelim servi revanım yürü sadabada” tadında yürüyüş yaparsınız. Polis abiler, ablalar da ayağınıza taş değmesin diye nezaret ederler.

Kardeşim bu güzel bayram sabahında başka laf mı kalmadı zaten içimiz kararmış, diyorsanız size biraz hüzünlenmenize, biraz gülümsemenize, biraz da düşünmenize yol açacağını umduğum üç hikâye anlatayım eski Türkiye’den. Her ne kadar ben size bunları öykü gibi yazacaksam da olaylar ayniyle vaki olmuş, kişiler tamamen gerçektir. Hafızamdan uçmuş kimi ufak ayrıntılarda, olayların aslını değiştirmeyecek şekilde boşlukları doldurmuş olabilirim.

Hikâye 1:

Genç adam Almanya’da doğmuş, büyümüş, annesiyle babası ayrılınca annesiyle ülkeye avdet etmişlerdir. Almanya da başladığı tıp fakültesine Türkiye de devam etmektedir. Ülkede askeri darbe olmuş, karanlık bulutlar ülke semalarını kaplamıştır. Aradan beş altı sene geçmiş olmasına rağmen karanlık hüküm sürmektedir. Bizim genç, başka bir gerçeklikte doğup büyümüş olduğundan misal okulda silahlı askerler eşliğinde gezip el ele dolaşan gençlere sopasıyla vuran emekli albay tipiyle simgelenen atmosfere yabancıdır hâliyle. Uzun saçlarıyla aklı evdeki gitarında olan genç epeyce ‘apolitiktir.’
Bir gün arkadaşlarında bir hareketlilik sezer. “Hayrola” der “neler oluyor?” “Beyazıt’ta yürüyüş yapacağız, faşist Kenan Evren’i protesto edeceğiz.” “Tamam” der bizim genç “ben de geleyim.” Güzel bir gençlik eylemi olarak algılar durumu. Katılır arkadaşlarının arasına, düşer Beyazıt yollarına, bilmez tabii Beyazıt’ın kanlı tarihini. Neyse ki o gün ölümle sonuçlanacak şekilde kan dökülmez ama polis basar mitingi. Gençleri toplar götürür. İş sorguya geldiğinde tecrübeli olanlar yürüyüşle alakaları olmadığını söyler, kimi Kapalıçarşı’ya nişan yüzüğü bakmaya gelmiştir, bir diğeri Gedikpaşa’da kundura atölyesinde çalışan abisini ziyarete, öbürü Sultanahmet Camisi'ni gezecektir! Sıra bizim gence geldiğinde polisler tipine, giyimine kuşamına bakınca, bunun burada ne işi var herhâlde yanlışlıkla toplamışız, diye düşünürken; “Senin ne işin vardı orda sorusuna” ilk doğru cevap gelir. “Faşist Kenan Evren’i protesto etmek için geldim.
Ortalık buz keser, bu cümle o dönemlerde en az altı ay içerde kalmak anlamına gelir, nitekim içeri tıkılır da. Tabii solcuların koğuşuna. Orada da bir yadırganır. Bırak Marx, Engels, Lenin’i Politzer’in “Felsefenin Temel İlkeleri”nden bile haberi yoktur. Tartışmalar ki hararetli geçer, bizim çaylak eylemci bir şey söylemek istediğinde “sen anlamazsın” tavrıyla karşılaşır. O da hırs yapar, sol külliyatı birkaç ayda devirir. Artık tartışmalarda birisi bir laf ettiğinde, karşı cümleyi söyler “Tamam da yoldaş, Engels Doğanın Diyalektiği’nde öyle demiyor” ya da “Das Kapital’in üçüncü cildinde ve Grundrisse’de Marx’ın altını çizdiği gibi …

O ara örgüt açlık grevine karar verir. Hapishanede gençlere kötü muamele bitmez. Bir propaganda çalışmasıdır aynı zamanda. Bir hafta planlanmıştır. Bizimki de katılmak ister. Teoriyi hatmetmiş olmasına rağmen pratik konusunda hâlâ adam yerine konmaz. Fasulyeden solcu muamelesi görür, örgüte de katılmamıştır. Örgüt hiyerarşisinden hoşlanmamıştır. “Sen dayanamazsın” derler. Nihayet açlık grevi başlar, ses de getirir, bir hafta sonra sonlandırılırken bizimki “Ya biz bu grevi kötü muameleye son verilsin diye yapmadık mı, her gün dayak yiyoruz hâlâ” diye devam eder tek başına. Sen dayanamazsın diyenleri hayrete düşürür, vazgeçirmeye çalışır örgütün kıdemli abileri. Hâkim karşısına çıktığı ilk celsede beraat eder tabii.

Bu hikâyeyi Çapa’nın zorlu gecelerinden birinde bir nöbette, kıdemli asistan abisine anlatırken şöyle diyecektir:
Tüm bu olaylarda ne yediğim dayak, ne gördüğüm kötü muamele, bana en çok şu koydu: Kimle, nerede yaşadığımı sorduklarında annem ve erkek arkadaşıyla Beşiktaş’ta oturuyoruz, dedim. Sorguyu yapan polis annen orospu mu dedi!..

Hikâye 2:

Acil servise getirilen Yasemin K. küçük bir kız çocuğuydu. Nüfus kâğıdında 18 yazsa da en fazla 15-16  gösteriyordu. 1,55 metre boylarında, kızıl saçlı, çilli, ufak tefek bir kızdı. Sağ elinin iki parmağı kırılmış, ama daha ciddi travma kafa bölgesindeydi. Yüzü gözü şişmiş, morarmıştı. Kızıl saçları akan kanla başka bir kırmızıya dönmüş, kan durmuş olsa da kafa derisinde 6-7 cm’lik bir açık yara ve çekilen bilgisayarlı tomografide kafatası kırığı, beyninde de berelenme vardı.

Acil servise polisler tarafından getirilmişti. Acilde ortalık ana baba günüydü. Bir yandan ellerinde telsizler, bellerinde tabancalarıyla sivil polisler, bir yanda görüntü almaya çalışan foto muhabirleri, gelen gençten belki birkaç yaş büyük acil nöbetindeki öğrenciler ve tabii ki, mide kanaması, trafik kazası gibi acilin standart konukları. Bizim Çapa’da (İstanbul Tıp Fakültesi) ihtisas yapanlar bilir bu havayı. O kan revan, kimi zaman kusmuk, kimi zaman irin içerisinde işinizi yaparsınız. İşiniz insanları iyi etmektir.

Acilde görevli beyin cerrahisi asistanı, yeni gelen genci muayene ederken önce olayın nasıl olduğunu, kafasına aldığı darbeyi hatırlayıp hatırlamadığını sordu. Genç kız gayet iyi hatırlıyordu. İstanbul Üniversitesi Biyoloji bölümünde birinci sınıf öğrencisiydi. Bir protesto eylemine katılmış, bir anda bir sürü polis bir duvar önünde kendisini sıkıştırmış ve dövmüşlerdi. Öleceğini düşünmüştü. Beyin cerrahisi asistanı sorguya eşlik etmeye çalışan sivil polisi sert bir dille dışarı çıkarttı. Genç kızın yarasını temizledi, dikti, başını sardı. Duruma sinirlenen polis iş biter bitmez kelepçesiyle bitti acil odasında. O kadar da değildi, beyin cerrahisi doktoru “Hiçbir yere götüremezsiniz, hayati tehlikesi var" dedi ve yatış verdi. Ertesi gün Cumhuriyet gazetesinde tam sayfa bir fotoğraf yayımlandı. O zamanlar Fruko tabir edilen bir sürü toplum polisi copları havaya kalkmış bir duvarın dibine sıkıştırdıkları birini dövüyorlardı.  Yatış epey uzun sürdü. Polis her gün gelir, "Hayati tehlike geçmedi mi hâlâ" derdi. Beyin cerrahisi asistanı da suratında ciddi bir ifadeyle "Geçmedi" der, dosyasına not düşerdi:
Hayati tehlikesi devam ettiği için yatışının devamına…
Acilin sert hocası durumu çoktan anlamıştı ama ses çıkarmıyordu bu uzayan yatışa. Nihayet ikinci ayın ortalarında polis artık kızı sormayı bıraktığında bir akşam vakti el ayak çekildiğinde sessizce taburcu ettiler genç kızı acilden…

Hikâye 3:

Tıp fakültesi yönetim kurullarında sadece öğretim üyeleri bulunurken yeni çıkan bir yönetmelikle uzman temsilcisinin de kurula katılacağı söylendi. Yukardaki hikâyede öldüresiye dövülen solcu genci polise bırakmayan beyin cerrahisi asistanı artık uzman olmuştu ve mecburi hizmet ve yurtdışında yapılan üst ihtisas sonrası tekrar fakültesine dönmüştü. Yönetim kurulu için yapılacak seçimde aday oldu. Seçildi de. Aynı zamanda İstanbul Tabip Odası’nın fakülte temsilcisiydi. Fakülte yönetim kurullarının bir görevi de disiplin kurulu olmalarıdır. Disiplin cezası verileceğinde uzman temsilcisi uzman, asistan ve öğrencilerle ilgili konularda oy hakkına sahiptir.

O gün iki kız öğrenci hakkında karar verilecekti. Samsun’da türban eylemine katılmış iki öğrenci. Polis yakalamış, biri teyzesini ziyarete geldiğini, öbürü Samsun’da arkadaşları olduğunu söylemiş, karakoldan bırakılmışlardı. Ama durum okudukları üniversiteye bildirilmişti. Öğrencilerden biri altıncı sınıf, diğeri beşinci sınıf öğrencisiydi. Yönetimdeki uzman temsilcisi kalkıp kliniğine gitmek üzereyken verilen kararı imzalaması istendi. İki öğrenci de okuldan atılacaklardı. Koca koca hocalar vicdanlarıyla vermemişlerdi kararı. Uzman temsilcisi itiraz etti, "Ben bu karara imzamı atmam, altına muhalefet şerhi yazarım" dedi. Ortalık buz kesmişti. Tıp fakültelerinde yazılı olmayan bir hiyerarşi düzeni vardı, bir uzmanın yeri belliydi bu hiyerarşide. Tartışma başladı. Bir süre sonra bu kararın daha yüksek bir merciden gelen telkinle verildiği söylendi kendisine. Uzman temsilcisi direndi. Böyle bir nedenle tıp fakültesini bitirmek üzere olan öğrenciler okuldan atılamazdı. Direnmesi sonuç verdi ve hafif bir ceza olan kınama cezasıyla öğrenciler kurtuldu…

Bütün bu olaylar 30-35 yıl önce oldu. Ben kendimi bildim bileli bu ülkeyi sağ iktidarlar yönetir, son 23  yıldır da siyasal İslamcılar iktidarda. Ne değişti; insan hakları kötüye gitti, çok daha kötüye. Aldıkları yüzde şu kadar oyla kendilerini devletin, “mülkün” sahibi zannediyorlar. Eski Türkiye’deki haksızlık, hukuksuzluk katmerlenerek artmış durumda. Siyasal İslamcılarda adalet duygusu da yok, kararlar vicdanla verilmiyor. "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan" falan da olmuyor, haksızlık karşısında, haksızlığı savunmak makbul oldu. 

Anayasa, yasalar bir kısım “bizden” yurttaşlar için geçerli. Devletin sahipleri çizdikleri sınırlarda muhalefete izin veriyorlar. Fazlası "emperyalistlerin oyunu" oluyor. Kadın cinayetlerini mi protesto edeceksiniz, cinsel yöneliminizi mi savunacaksınız, muhalefet siyasetçisinin sudan sebeplerle hapsedilmesine mi karşı çıkacaksınız, dayak yersiniz, tutuklanırsınız. Hukuka mı güvendiniz, sizi serbest bırakan hâkimleri görevden alırlar.
Bu bayram sabahı içinizi karartmayayım dedim ama içimiz karanlık, kapkaranlık. Yine de biliriz ki gecenin en karanlık zamanı şafağa en yakın olan zamandır. Şafaklar bizi bekler…

Talat Kırış kimdir?

Talat Kırış, 1961 yılında İstanbul'da Süleymaniye Doğumevi'nde dünyaya geldi. Sırasıyla Ataköy İlkokulu, İstanbul Erkek Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi'ni bitirdi.

Öğrenciliği sırasında yurtiçi ve yurtdışında kaza cerrahisi ve beyin cerrahisi kliniklerinde staj yaptı. Prof. Dr. Türkan Saylan'la birlikte Van'da lepra hastalığı üzerine saha çalışmalarına katıldı. İstanbul Tıp Fakültesi Nöroşirurji Anabilim Dalı'nda ihtisasını tamamladı.

1995-1996 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri, Arizona, Phoenix'te bulunan Barrow Nöroloji Enstitüsü'nde burslu olarak, kafa kaidesi tümörleri ve beyin damar hastalıkları üzerine üst ihtisas yaptı. İstanbul Tıp Fakültesi Nöroşirurji Anabilim Dalı'nda 1999 yılında doçent, 2006 yılında profesör oldu.

Türk Nöroşirurji Derneği başkanlığı yaptı, Avrupa Nöroşirurji Dernekleri Birliği Araştırma Komitesi üyeliği görevinde bulundu. Akdeniz Beyin Cerrahları Derneği Eğitim Komitesi Başkanı olan Kırış, 2017-2021 yılları arasında Dünya Nöroşirurji Dernekleri Federasyonu Beyin Damar Hastalıkları Komitesi Başkanlığı yaptı.

Prof. Dr. Talat Kırış, meslek yaşamını Vehbi Koç Vakfı Amerikan Hastanesi ve Koç Üniversitesi Hastanesi Beyin Cerrahisi bölümlerinde sürdürüyor.

Kırış'ın editörleri arasında bulunduğu İngilizce iki kitabı, 100'den fazla kitap bölümü, ulusal ve uluslararası dergilerde makaleleri yayımlandı; çok sayıda ülkede beyin cerrahisinin çeşitli alanlarında eğitim kursları ve konferanslar verdi, yurtiçi ve yurtdışında eğitim amacıyla çok sayıda beyin cerrahının izlediği canlı ameliyatlar yaptı.

Tıbbiye öğrenciliği yıllarından itibaren 40 yılı aşan öğretim üyeliği ve hekimlik hayatını, 2021'de yayımlanan "Beyne Giden Yol / Bir Beyin Cerrahının Anıları" adını verdiği kitabında anlattı. Kırış’ın hikâyelerini bir araya getirdiği “Uzak Deniz Küçük Yağmur” adlı kitabı 2023’te yayımlandı. TEDx ve farklı sosyal platformlarda konuşmaları yayımlanan Kırış, aynı zamanda kıdemli bir denizci olarak Güney Amerika'dan Antarktika'ya kadar uzanan yelkenli seyahatler gerçekleştirdi, Grönland'da kanoyla Kuzey Kutup dairesi geçişi yaptı.

Gençlik yıllarından itibaren yazın dünyasıyla ilgilendi, 1984 yılında Düşün dergisi masal yarışmasında mansiyon kazandı. Argos sanat dergisinde öykü ve denemeleri, Cumhuriyet ve Radikal gazetelerinde yazıları yayımlandı. 2012 yılından Yacht Türkiye dergisinde yazmaya başladı.

Ağustos 2019'dan itibaren T24'te düzenli yazılar yazıyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Majestelerinin gemisi Beagle’in iki kaptanı da neden intihar etti?

Majestelerinin gemisi Beagle’ın iki kaptanını da atlattıkları onca fırtına, tehlike, macera, kükreyen kırklar, öfkeli elliler dize getirememiş, ancak zorlu hayatlarından süzülen birikim, hayatlarına kıymalarına neden olmuştur

Zaman, deniz, bilinç ve gökkuşağı

Mayıs, usulca girdi hayatımıza. Mayıs 2025’in dolunay öyküsü, bir filmden çıktı geldi. Amarcord’dan. Bir gece yağmur dindikten hemen sonra, bir yıldız kaydı gökyüzünde, hatıralarım birbirine karıştı. İçimden bir ses çıktı, bana dikte etmeye başladı. Çaresizdim, söylediklerini yazıya döktüm…

Kırmızı, Mavi ve Mor

Uzun zamandır Dolunay Öyküsü yazmıyordum. Nisan ayının öyküsü bir şarkıdan çıktı geldi. Ahmet Kaya’nın ‘Bir Acayip Adam’ şarkısından. Bu öykü, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve adalet için sokaklara çıkıp da devletin şiddetini yaşamış ve bundan sonra yaşayacak olan gençlere ithaf edilmiştir

"
"